NARSİSİSTİK YAPIDA ÇOCUKLUĞUN İZLERİ

‘Narsisizmde dış dünyadan soyutlanan libido (cinsel enerji) egoya (ben) yönelir.’
Sigmund Freud

Dünyaya gelen her canlı şahsına ait bir mizaç özelliği ile doğar. Bu özellik değişemez. Kabul görmeyi, onaylanmayı ve var olmayı bekler. Değişime zorlansa dahi değişemez, ancak bozulur. İnsan yavrusu kendine dönük enerjisi ile kendini keşfeder, sever, büyür ve gelişir. Tüm bunlar olurken kabul ve onay bekler. Kabul edildikçe adım atar, gelişir, bu yolculukta ilerleyebilmek için ‘eksik’ olanla tanışır. Hayal kurar, tasarım geliştirir, mizacına yani ‘ben’e uygun idealize beni yaratır ve ona ulaşmaya çalışır. Örselenme, hayal kırıklığı ve sekteye uğrama ile tanışmazsa ‘ben’,  ‘idealize ben’e adım adım yaklaşır. Hiçbir zaman tam anlamı ile ulaşamaz, ulaşması da gerekmez. O yönde ilerlemesi ve yaklaşması var olma süreci için yeterlidir.

Ancak insan yavrusu kendini var etme sürecinde narsisist ebeveyn tarafından reddedilir ve terk edilirse benliği ve idealize benliği arasına duvar örer. Benliği idealize benliğine yaklaşamayan çocuk, kendini diğeri üzerinden aşırı idealize ederek var eder. İdealize ben, ben’in olmasına izin verilmeyen yanı olarak kalır. Kendine, kendini yakıştıramayacak kadar kendini başkası zannetmek, narsisizmde yaralar açar. Kişi yarayı tamir için sevgi yatırımını hep kendinde toplar. Böylece narsisizmin ebeveynden çocuğa emaneti ile döngü tamamlanmış olur.

Narsisizmde mesele kendini sevmek değil, kendinden uzaklaşarak saklanmaktır. Narsisistik kişi omnipotent (tüm güçlü) sanrılara sığınarak, sevilmenin değil hayran olunmanın peşine düşer. Çünkü sevgi ben’in ortasına açılmış kara bir delikten içeriye düşer, hiçbir yere değmediği için artık geri de çevrilemez. Bu nedenle narsisistik kişi diğeri ile sevgi ilişkisine giremez.

Kendi olmasına izin verilmeyen çocuk, değersizlik duygusuyla tanışır. ‘ben’, utanılması, saklanması, terk edilmesi gereken olarak bir köşeye tıkıştırılırken, ‘idealize ben’ kişinin zannettiği üzerinden var olma sürecini tamamlar.

Kendini değersiz hisseden kişi, ötekini ya üstün görür ya da küçümser. Kendini diğeriyle eşitleyemez. Tam da burada projeksiyon (yansıtma) devreye girer. Diğerinde yaralı ben’e benzer parçalar gören kişi, terk edilen kendini gördüğü için öfkelenir. Bu öfkeyi kendine hissettiren kişiyi aşağıya çeker.

Ya da diğerinde, ‘olduğunu zannettiği’, idealize ben’i görür, onu yüceltir ve ona yaklaşır, onunla hayranlık ilişkisi düzenler, beslenir ancak bir süre sonra idealize ettiği kişi, ona ‘zannettiği kişi’olmadığını hatırlatmaya başlayınca ortaya yayılan öfkeyle yücelttiği kişiyi de aşağıya çeker. ‘Ben’ ile ‘idealize ben’ arası kocaman bir boşluk olduğu için kişi kendini diğeri ile eşitleyemez.

Velhasıl; insan küçümsediğinde de, üstün gördüğünde de, “diğerinde” kendini görür. Küçümseme, kendine duyulan öfkenin; üstün görme, kendine duyulan hayranlığın ötekinde tezahürüdür. Bu projeksiyonu yöneten de değersizlik duygusudur.

Psikolog Dilek EKEN

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir